UYGARLIK DEVLET İLE BAŞLAR
Bugün devletin
rolü tüm dünyada tekrardan ön plana çıkıyor. Kapitalizmin devleti küçültme
tezleri bir bir iflas ederken kamuculuğun önemi artıyor.
Neden Devlet?
Tarih boyunca
insanlık, ilkel zamanlardan uygar zamanlara kadar, buzul çağından volkanik
patlamalara, depremlerden salgın hastalıklara, savaşlardan ekonomik krizlere
kadar pek çok kriz dönemleri yaşamıştır. Bu kriz dönemlerinden çıkışın ayrı
ayrı pek çok özelliği olsa da ortak olan çok önemli bir yanı var: İnsanlığın,
yaşamın ve uygarlığın ilerlemesi adına çeşitli şekillerde birlik olmak.
Yazımızın temel kavramı olan devlet ise insanlığı ilerleten
ve kriz dönemlerinde birleştiren rolüyle binlerce yıllık gerçeğimizi meydana
getiriyor. İnsanlık yine bir salgın hastalıkla küresel bir krizin içerisine
girmiş ve devletin rolü yine ön plana çıkmıştır. Bu yazımızda bahsi geçen
devlet kavramının tarihsel oluşum, gelişim süreçleri ve rolü üzerine duracağız.
Devlet Ne Değildir?
Devlet, kaba
sözlük tanımlarında hep coğrafya ve millet kavramlarıyla tamamlanmıştır.
Devleti esas oluşturan unsurların başında bu tanımlara göre coğrafya ve millet
geliyor. Fakat bu tanımın tarihsel olarak bilimsel bir karşılığı gözükmüyor.
Kara ve deniz parçası üzerinde devlet kurulur. Fakat bu devletin tanımı değil
coğrafi konumu ile ilgilidir. Hele ki millet-ulus kavramlarını devleti
tanımlarken kullanmak binlerce yıllık tarihi yok saymaktır. Çünkü millet
kavramı topu topu 250 yıllık bir geçmişe sahiptir. Fransız devrimi sonrası
yükselen ve iktidar olan burjuvazinin iç pazar bütünlüğünü sağlamak için
oluşturduğu bir kavramdır. Oysaki Osmanlı İmparatorluğu da, Çin İmparatorluğu
da, Roma İmparatorluğu da, Sümerler de devlettir. Klasik sözlük tanımlarındaki
devlet tanımı, devletin binlerce yıllık geçmişini, sınıfsal yapısını ve
uygarlığı ilerletici rolünü gözden kaçırmaktadır. Peki devlet gerçekte nedir?
Dilerseniz tanımı koymadan önce devletin öncesini, oluşumunu ve sonrasını
inceleyelim. Tanımını ve rolünü de bu tarihsel süreç içerisinde belirleyelim.
Bir Arada Yaşamanın İlkel Kurumsallaşması: Kabile
Evrimsel
süreçte eşeyli üremenin ve ana rahminde üremenin gelişimi uzak insan
atalarımızda adı konmamış bir birlikte yaşama alışkanlığı yarattı. Anne, baba
ve yavrunun birbirine muhtaç yaşamı, akrabalıklarla kan bağının meydana
gelmesi, doğanın çetin koşullarına karşı sürü halinde yaşama güdüsü bu birlikte
yaşama alışkanlığını ilerletti. Evrimsel olarak kabile yapısına kadar insanın
gelişmesi bizim konumuz değil. Fakat hayatta kalmak için bir arada yaşama
zorunluluğuna sahip insanların kabile yaşamı, devlete giden sürecin en ilkel
basamaklarının başıdır. Çünkü kabile yaşamı içinde ortaya çıkan iş bölüşümleri,
belirginleşen cinsiyet rolleri bir hiyerarşi yaratmasa bile onun ilkel biçimini
oluşturur. İlkel insanlar yaşamını avcılık ve toplayıcılık ile sağlıyordu.
Sayıları en fazla 100’ü bulan kabilelerde erkekler fiziksel yapısının elverişli
olmasıyla yaşam alanının uzaklarında takım halinde avlanıyordu. Kadınlar ise
yaşam alanı etrafında toplayıcılık yapıyor, yavrularını besliyor ve köyü
tehditlere karşı koruma görevini alıyordu. Ava çıkan erkek takımlarında takım
kaptanları bulunuyordu, koordineli bir avlanma biçimi vardı.
Ortalama insan ömrünün 20-30 olmasından mütevellit, 40 50
yaşına ulaşmış nadir kabile üyelerinin belli bir saygınlığı vardı. Ama herhangi
bir üretim fazlası, ekonomik ilişki, elde edilen ürünün değişim değeri olmadığı
için bir hiyerarşik yapılanma ve sınıflaşma söz konusu değildi. Kabilenin her
üyesi kabaca eşitlikçi bir yapı içindeydi. Herkes hemen hemen her işi
yapıyordu. Herkes ihtiyacını karşılayacak kadar olanı yiyordu. Zaten ihtiyaç
fazlası bir ürün yoktu. Üretim gelişmemişti. Yalnızca doğada hazır olanı
tüketmekten ibaretti.
İlkel Kabileden Uygar Topluma Doğru: Eşitlikten Sınıflılığa
On Binlerce yıl
kabileler şeklinde bir arada yaşayan insanlık günümüzden yaklaşık 12.000 yıl
önce insanlığın ilerleme hızını ikiye katlayacak bir şeyi keşfetti: Tarım.
Tarımın keşfi ve toprağın sürülmesi bin bir zahmete girerek yapılan avlanma ve
toplayıcılıktan insanı kurtarıp bilinçli üretim ile tanıştırıyordu. Bu aynı
zamanda yerleşik kültürü de beraberinde getirdi. İnsanlar artık düzenli bir
ekip biçme faaliyeti ile ihtiyacını karşılıyordu. Bu faaliyet konar göçer
yaşamı ortadan kaldırdı. Artık kabileler tarlaların etrafında yerleşik ilkel
köyler kuran bir yaşam tarzına geçtiler. Bu yeni yaşam tarzı kabile içi iş
bölümünü de geliştirdi. Fakat üretim henüz fazla vermediği için eşitlikçi yapı
devam ediyordu. Hayvancılığın gelişmesi, demirin keşfi ve sabanın ucuna
takılarak kullanılmaya başlanması o zamana kadar görülmemiş bir ilerleme
yarattı. Bu öyle bir ilerleme ki, insanlık ilk defa ihtiyacının üstünde ve kısa
zamanda tüketilmesi mümkün olmayan bir üretim fazlası elde etti. Bu olay
devamında uygarlığı filizlendiren şu soruyu ortaya çıkardı: Bu üretim fazlasına
kim sahip olacak? Bu soru kendisini tarihsel süreç içerisinde cevapladı.
Yerleşik düzenle birlikte yeniden örgütlenen kabile içinde, belki de konumları
daha öncü olan kabile üyeleri fazla ürüne el koydular. Bu aynı zamanda özel
mülkiyetin doğuşu demekti. Böylece kabile içinde özel mülke ve fazla ürüne
sahip bir aristokrasi sınıfı oluştu ve sınıflı toplum yapısı meydana geldi. Bu
tarihsel bir gelişim sürecinin sonucuydu.
Sınıflı Yapının Derinleşmesi ve Devletin Meydana Gelişi
Tarım ve
hayvancılıktaki yüzlerce yıllık gelişim üretim fazlasını, üretim fazlası veren
toplumun yüzlerce yıllık gelişmesi sınıflı toplumu yarattı. Artık, elde fazla
ürün olduğu için köyün her bir üyesinin üretmek için emek vermesine gerek
yoktu. Fazlaya sahip olan kabile aristokrasisi üretim faaliyetinden kopmuş ve
konumunu siyasi bir erk haline getirmişti. Artık kan bağlarına dayalı ilişki
çözülmüş ve üretim ilişkisi başlamıştı. Yanı toplumsal ilişki artık üretici,
üretmek için emek veren köylü ile köylünün ürettiğine el koyan hakim sınıf
arasındaki ilişkiydi. Bu ilişki ileride değineceğimiz sınıf mücadelelerini
yarattı. Yöneticinin sahip olduğu fazla ürün zamanla değişim değeri kazandı.
Buğdaya ihtiyacı olan köylü onu hızlıca temin edebilmek için beyine
başvurdu. Bey ise belli bir maddi değer
karşılığında (belki değerli bir taş belki de sonraki üründen pay) fazladan olan
payı köylüye verdi. Bu ve benzeri senaryolar zaman içerisinde ticareti doğurdu
ve geliştirdi. Ticaretin ve değişim değerinin doğuşu hakim sınıfın siyasi
erkini ekonomik kuvvet ile pekiştirdi ve ona bağlı ekonomik zümreler yarattı.
Yeni düzende artık her kabile üyesinin silahlanma ihtiyacı ortadan kalktı.
Korunması gereken köyün yöneticinin siyasi erki, üretim fazlası ve ticaretti.
Bunları korumak köyü korumak demekti. Çünkü kan bağı ilişkisi çözülmüş,
yöneticiye bağlılık ilişkisi gelmişti. Bu yüzden kabile aristokrasisi halkı
silahsızlaştırıp kendi sınıfsal konumunu, ticareti, fazla olan ürünü korumakla
yükümlü, kendisine bağlı askeri kuvvetini yarattı, orduyu meydana getirdi.
Yönetici, silahı tekeline almıştı. Nüfus hızla büyüyordu. Üretim yeni tekniklerle gelişmeye
devam ediyordu. Bu gelişmeler beraberinde köylerin büyümesini, yaşanılan
evlerin gelişmesini de getirdi. Artık büyük köylerin ve üretim alanlarının
diğer kabilelerin saldırısına karşı korunaklı olması gerekiyordu. Bu ihtiyaç
istihkam duvarlarını, surları meydana getirdi. Köyler adım adım kentleşti.
Arapça kökenli medeniyet sözcüğünün, Türkçe kökenli uygarlık sözcüğünün ve
Latince kökenli civilization sözcüğünün tarihte kent, kentli anlamlarına sahip
olması şaşırtıcı değildir. Sınıflaşmanın derinleşmesi ve üretim ilişkilerinin
ve özel mülkiyetin gelişmesi, kentleşme, büyüyen nüfus, kendi gelişim süreçlerinde
sınıflar arası ilişkiyi ve ticareti kurumsallaştıracak, insan-insan ve
insan-doğa ilişkilerini düzenleyecek olan hukuku yarattı. Toplum, örf-adet ve
geleneklerden hukuk düzenine geçmişti. Böylelikle hakim sınıf, konumunu hukukla
meşrulaştırdı, ticareti ve üretim ilişkilerini hukuk ile düzenledi, ordu ile de
kanunlara uymayanlara karşı bir yaptırım gücü yarattı, güvenceye aldı. Ticaret,
hukuk ve ordunun doğumu uygarlığın yani devletin doğumu demekti. Bu kavramların
hepsi tarihsel gelişme sürecinde iç içe meydana geldi. Birisinin diğerine bir
önceliği yoktu. Hepsinin iç içe olan gelişimi en sonunda devleti yarattı.
İnsanlık çok ileri bir aşamaya geçmişti.
Uygarlığın İlerleme Motoru: Sınıf Mücadelesi
İlkel
toplumlarda bütün ihtiyaçlar ortak olduğu için, bir sınıf olmadığı ve
dolayısıyla özel çıkar da olmadığı için benlik bilinci oluşmamıştı. Fakat
sınıflı toplumda 2 farklı çıkar ve onun çatışması vardı: Ezen hakim sınıfın
çıkarı ile eşitlikçi yapının özlemi içinde ezilen sınıfın çıkarı. Bu çıkar çatışması
sınıf bilincini yarattı. İki zıt sınıfın aralarındaki mücadele, hakim sınıf
olma ve hakim sınıf olma durumunu pekiştirme mücadelesi insanlığı ileriye doğru
götüren atılımları, dinamizmi yarattı. Buna özetle sınıfların iktidar, yani
devlet olma mücadelesi diyebiliriz.
Sömürünün Tarihteki İlerici Rolü
Sınıflı topluma
geçiş ve devletin doğuşu insanlığa uygarlığı getirdi. Bugün sivil toplumcu,
devlet karşıtı görüşler devleti sömürünün bir aracı olarak gördükleri için
devletsizlik görüşlerini yazarlar. Fakat sömürünün ortaya çıkışı insanlığı
ilerleten bir karakter taşır. İlkel toplumlarda güçlü olan güçsüzü yok
ediyordu. Ünlü devlet teorisyeni Oppenheimer bunu “Ayının bal yemek için tüm
kovanı mahvetmesi” ile örneklendiriyordu. Sınıflı toplumda güçsüz olan yok
edilmedi, boyun eğdirildi ve efendisi için üretmeye mecbur bırakıldı.
Dolayısıyla insan emeği yok edilmedi, üretim için disipline bağlandı. İlkel
toplumdaki asalak üretim biçimi, sınıflı toplumda sistemli üretim biçimine
dönüştü. Özetle sınıflı toplum ve onunla ortaya çıkan sömürü, insan emeğini
örgütleyip kullanmasıyla üretimi geliştiren bir rol oynadı. Sömürünün tarihsel
süreçte gericileşmesi, çıkış noktasında ilerici rol oynadığı gerçeğini
değiştirmez. Zaten bugüne kadarki her üretim biçimi, gericileşen sistemin
içinden doğmuş, onun yerini alıp insanlığı ilerletmiş ve zamanla
gericileşmiştir.
Devletin Tarihteki İlerici Rolü
Devlet, emeği
belli oranda sömürür, iş gücünü, emeği kiralar, üretimi ve üretim fazlasını
hukuk ve ordu ile denetim altına alır. Fakat devleti buraya dayanarak gerici
ilan etmek bilim dışı bir yaklaşımdır. Devlet, hakim sınıfın hakimiyetinin bir
aracı, siyasal aygıtıdır. Hakim sınıfın ve ideolojinin karakterine göre tarih
içerisinde ilerici ve gerici olduğu dönemler vardır. Örneğin M.Ö. 27 yılında kurulan köleci yapıya sahip Roma
imparatorluğu uygarlığı ilerletirken, 4. yüzyıla doğru gericileşen bir karakterdeydi.
1299’da kurulan, kısa zamanda Anadolu’ya ve Balkanlara hakim hale gelen,
özellikle Fatih Sultan Mehmet ile bilimin, üretimin, sanatın, ticaretin oldukça
ilerlediği ve 16. yüzyılın ortalarına kadar bu ilerlemeyi sürdüren feodal
Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyıldan itibaren gericileşmeye başlamış ve en
nihayetinde dağılmıştı. Gericileşen Osmanlı’nın içinden filizlenen yeni Türkiye
Cumhuriyeti, 1945’e kadar hızla çağdaşlaşırken, gerici Ortaçağ ideolojisini ve
emperyalist hegemonyayı yıkarken, üretimi önemli ölçüde geliştirmişti. 1980
Türkiye'sinde ise irticanın yükseldiği, toplumsal kültürün çürümeye uğradığı,
üretimin baltalandığı, hak ve özgürlüklerin gasp edildiği bir ortam vardı.
Hitler’in Nazi Almanya’sı gerici devleti oluştururken, herkesin hayranlık
duyduğu Küba ilerici devleti meydana getiriyordu. Demek ki devletin ileriliği;
tarihsel süreç içerisinde, hakim sınıf ve ideolojinin yine tarihsel süreç
içerisinde değişen karakteriyle sınanır.
Devlet, İnsanın Doğaya Karşı Zaferidir
Devletin insanlık
tarihi sahnesine çıkışı ve gelişmesi insanlığı büyük ölçüde ilerletmiştir.
Sınıflı toplum ile birlikte üretimden kopan sınıf üretime harcayacağı zamandan
kurtulup boş zaman elde etmiştir. İktidarını tanrısal bir kuvvete dayandıran
krallar dini yaratmış ve toplumu kontrol etmiştir. Aynı zamanda kralların sahip
olduğu artı üründen pay alarak geçimini sürdüren bir kralcılar zümresi meydana
gelmiştir. Bu zümre boş zamanını bilimle, sanatla, edebiyatla ilgilenerek
değerlendirmiştir. İlkel toplumun büyücüsü, sınıflı toplumda din adamını, bilim
insanını, sanatçıyı oluşturmuştur. Bilim ve sanatın gelişmesi insanlığın maddi
ve manevi yaşamını ilerletmiştir. Her şeyden önce insanlık doğaya boyun
eğmekten, onu kontrol eden, kendisinin devamı için yeniden tasarlayan bir
aşamaya geçmiştir. İnsanlık toprağı sürmüş, hastalıklara karşı ilaçlar üretmiş,
afetlere dayanıklı güçlü yapılar inşa etmiş, yaşamı kolaylaştıracak ve
ilerletecek icatlar yapmış, insanı sıcak tutan hatta hastalıklara iyi gelen
kıyafetler geliştirmiş, uzak mesafeleri kısaltan arabalar, gemiler, trenler,
uçaklar icat etmiş, insan iletişimini inanılmaz bir şekilde çeşitlendiren ve
geliştiren telefonu, bilgisayarı, interneti, medyayı yaratmış, bilginin
üretimini ve yayılmasını kolaylaştırmıştır. Bunlar ve akla gelebilecek her
gelişme ancak devletin, sınıflı toplumun, üretim araçlarının, sınıf
mücadelelerinin, bilimin gelişmesi ve derinleşmesi ile meydana gelmiştir. Demek
ki devlet, insanın doğaya karşı zafer kazanmasını sağlayarak insan hayatının
niteliğini artırmış bugünkü düzeyine ulaştırmıştır.
Doğaya Karşı Zafer Kötü mü?
İnsanın doğa
karşısındaki zaferi, devletin gerici olduğunu söyleyen kesimlerin öfkesini
çeker. Bu görüşlerini insanın doğayı yıkıma uğratması, ormanları, havayı,
canlılığı tahrip etmesiyle temellendirirler. Evet, günümüzün hakim ideolojisi
mafyalaşan kapitalizm ve emperyalizm doğanın sonunu getirecek kadar
gericileşmiştir. Sistem bize insanlığın sonunu kapı arasından göstermiştir.
Fakat bu doğaya karşı insanın zaferinin bir sonucu veya devletin gericiliği ile
alakalı değildir. Hakim ideolojinin ve programının gericileşmesinin sonucudur.
Bir önceki başlıkta örneklendirdiğimiz doğaya karşı zafer olmasaydı şu anda en
fazla 20-30 yaşına kadar gelebilen, mamutların ayaklarının altında can veren
canlılar olurduk. Ama bugün bambaşka bir noktadayız. Devlet karşıtlığı
görüşleri savunanlar bu gerçeği bilinçli veya bilinçsiz olarak göz ardı
ediyorlar. En sonunda insanlığı ilerletecek her türlü gelişmeye karşıtlık
yaparak hakim sınıfın gericiliğinin hizmetkarlığında buluşuyorlar.
Ağacın Canı mı, İnsanın Canı mı?
Bu görüşler
kendisini ülkemizde de pek çok yerde göstermektedir. 2019 yazında Kaz
dağlarında, altın madeni çıkarılıyor diye yapılan eylemler, 2019 sonbaharında,
ODTÜ’de KYK yurdu yapımı için kavak ağaçları kesiliyor diye yapılan eylemler en
yakın örneklerdir. Söylenen ortak sebep ağaçların kesilmesi doğanın tahrip
edilmesiydi. Halbuki bir devletin kendi maden kaynaklarını işletmesi ve onu
üretimin gelişmesi ve kamu yararı için kullanması kadar doğal bir hakkı yoktur.
Yine binlerce öğrencinin temel sorunu olan barınma problemini çözmek için yurt
inşa etmek kadar da doğal bir hakkı yoktur. Daha doğrusu bu doğal bir hakla
birlikte bir sorumluluktur. Değerlendirmenin kıstası kamu yararına olup
olmadığıdır. Olmadığı zaman bir protesto konusu olabilir. Örneğin Kanal
İstanbul Projesi, kamu yararına hiç bir katkısı olmamasıyla birlikte doğayı
önemli ölçüde tahrip edecek ve yine insan sağlığına zarar verecektir. Aynı
zamanda ekonomik olarak zaten dar boğazda olan ülkemizi devasa bütçelerle daha
da zora sokacaktır. İki karşıtlık arasında çok temel farklar vardır. Ağaçlar
kesiliyor, doğa katlediliyor diye örneğini verdiğimiz ve çoğaltabileceğimiz
eylemlerin buluştuğu tek bir ortak nokta var o da devlet düşmanlığı. Eylemlerde
en önde insanı ve doğayı katleden PKK’nın siyasi uzantısı HDP’nin olması ve
devlet düşmanlığı yapan örgütlerin yer alması, bunların insanlığı yıkıma
uğratan emperyalizmin ve mafyalaşan kapitalizmin merkezleri tarafından
fonlanması tesadüfi değildir.
Emperyalizm Çağında Milli Devlet
19. Yüzyılda
kapitalizmin merkezlerinde yaşanan kriz onu dünyanın geri kalan coğrafyalarını
sömürmeye itmiş ve emperyalizm çağını getirmiştir. Emperyalizmin temel programı
ise ülkelerin iç pazarlarını ve piyasalarını ele geçirmek ve sınırların ortadan
kalktığı bir dünyada bütün piyasaya tek bir zümrenin sahip olmasıdır.
Emperyalizm bu programı küreselleşme adıyla teorileştirdi. Bu programa göre
ülkeler ve coğrafyalar arasındaki eşitsizlik ortadan kalkacak, gelir dengesi
sağlanacak ve insanlık refahı yükselecekti. Ama insanlık pratiğinde söylenenden
çok daha farklı sonuçlar yaşandı. Küreselleşme adı altında milli devletlerde
etnik ve mezhepsel ayrımlar yaratıldı, toplumsal bölünme sağlandı, kültürler
yıkıma uğratıldı, yerine tüketim kültürü dayatıldı. Arabesk bir hayat tarzına
sahip, bencil, kibirli, karamsar, kendi kimliğine, ailesine, ülkesine
yabancılaşmış kuşaklar doğdu. İnsanlar borçlandırıldı, üretimden koparıldı.
Savaşlar, terör, uyuşturucu bağımlılığı insanın canını, sağlığını yok etti.
Doğa büyük bir yıkıma uğradı. Özetle gericileşen feodalizmin içinden filizlenen
ve insanlığı belli ölçüde ilerleten kapitalizm, emperyalizm aşamasına geçerek
ve mafyalaşarak insanlığı gerileten en gerici program haline geldi. İşte bütün
bunların sonucunda bugün milli devletlerin önemi ve rolü ön plana çıkıyor.
Gericileşen emperyalizm çağında insanlığı ilerletecek milli devrimlerin meydana
gelmesi, tarihin yasalarının bir sonucudur. İnsanlık kapitalizmin küreselleşme
programı ile değil, kamu yararını gözeten devletçi ve halkçı programlar ile
ilerleyecektir. Gerici emperyalizmin saldırısına uğrayan milli devletleri
korumak bugün ilerlemenin anahtarıdır.
Korona Salgınında Devlet
Dünya aylardır
büyük bir küresel kriz içerisinde. Dünya savaşlarından bu yana böylesine büyük
bir kriz yaşanmadı. Krizin adı korona. Mikroskobik boyutta ve ölümcül olan bir
hastalık, yarattığı sonuçlarla tüm dünyanın gündemine bazı gerçekleri gösterdi
ve yeni anlayışlar getirdi. Önceki başlıkta var olan sistemin insanlık için ne kadar
yıkıcı hale geldiğinden bahsetmiştik. Korona virüsü bu gerçeği geniş kitlelerin
bilinçlerine taşıdı. Öyle ki kapitalizmin ekonomistleri ve teorisyenleri bile
bunun aksini iddia edemiyor. Bireyciliğin en üst seviyede bulunduğu,
toplum-devlet ilişkisinin zayıf olduğu, özel kâr sistemi ile yönetilen
kapitalizmin merkez ülkelerinde salgın büyük kırımlar yarattı. Ne yazık ki
toplu mezarların kazıldığı, yaşlıların ölüme terk edildiği, hastane
koridorlarının taştığı, parası olmayanların tedavi göremediği, insanların yağma
korkusu ile silahlandığı görüntülere, videolara hepimiz şahit olduk. Bir de
kamucu anlayışla yönetilen, toplum-devlet ilişkisinin, örgütlü ve disiplinli
halkın bulunduğu ülkelere bakalım. Çin, 1.5 milyar nüfusuna ve virüsün çıkış
noktası olmasına rağmen kısa zamanda ve az kayıpla salgını kontrol altına aldı.
Bu başarının altında, Çin’in kamucu yapısı, devletin her mahallede örgütlü
yapısı, bilim ve teknolojinin kamu sağlığına seferber edilmesi, devlet eliyle
alınan hızlı ve çözüm odaklı önlemler ve devlet ile uyumlu bir halk olmasıydı.
Sonuç, salgınla mücadelede herkesin gıpta ettiği bir Çin mucizesi oldu. Ülkemize
bakacak olursak, tüm dünyada salgın ciddi sonuçlar yaratırken, devletin aldığı
etkili önlemler virüsün ülkemize gelmesini geciktirdi. Sosyal devlet
geleneğimiz virüs ülkemize geldikten sonra sonuçlarının hafif yaşamamızı
sağladı. Cumhuriyetin yetiştirdiği doktorlar, bilim insanlarımız, özgün tedavi
yöntemleri geliştirerek tüm dünyaya örnek oldu. Maskelerde, tıbbi ekipmanlarda,
kıyafetlerde, solunum cihazlarında yerli üretim, ülkemizin ihtiyaçlarını karşıladı.
Bunun yanında diğer devletlere yaptığımız destekler ile insancıl devlet
anlayışımızla örnek bir duruş sağlandı. Ekonomik olarak alınan önlemler
salgının ekonomik sonuçlarını olabildiğince azaltmaya yönelikti. Devlet eliyle
başlatılan Milli Dayanışma Kampanyası, sağlıkçılarımızı balkonlarda alkışlama
kampanyası, 23 Nisan’ın 100. yılında balkonlarda İstiklal Marşımızı okuma
kampanyası ile de milli birlik, dayanışma ruhunu ve toplum-devlet ilişkisini en
üst düzeye çıkardı.
Yaşamak İçin Devlet
Bugün devletin
rolü tüm dünyada tekrardan ön plana çıkıyor. Kapitalizmin devleti küçültme
tezleri bir bir iflas ederken, Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere, Almanya
hatta ABD gibi emperyalizm ve kapitalizmin merkezlerinde devletçilik
tartışılıyor. İnsanlık tarih boyunca önündeki sorunları devletin varlığı ve
etkin rolü ile aştı. Devlet insanı ilkellikten uygarlığa yükseltti. Bugün
devletin rolü insanı yaşatmak, özgürleştirmek ve insanlığı daha ileriye
taşımaktır. Devlet bugün yaşatırken, devlet karşıtı ideolojiler ve programlar
insanlığı öldürüyor. Ama insanlığı öldürürken kendi mezarına toprak atıyor.
Özcan Bal
Ege Üniversitesi Tarih 2. Sınıf
KAYNAKÇA
1-İnsanlık Tarihi, UNESCO, çev. Alaeddin Şenel, İmge
Kitapevi
2-Bozkurt Efsaneleri ve Gerçekler, Doğu Perinçek, Kaynak
Yayınları
3-Merhaba Kamuculuk Yazıları, Aydınlık, Doğu Perinçek,
https://www.aydinlik.com.tr/haber/merhaba-kamuculuk-1-liberalizmin-humanizme-ihaneti-203511-2
4-Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet, Doğu Perinçek, Kaynak
Yayınları
5-Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, Engels, Sol
yayınları.
6-Devlet, Oppemheimer, Engin Yayıncılık
Yorumlar
Yorum Gönder